Latest Movie :

Atam

Atam
http://bilgi-bedava.blogspot.com/2010/09/bilimin-acklayamadg-kesifler.html
Recent Movies

THE EAGLE (2011)-dokuzuncu kartal

Konu: M.S. 140 yılında, efsanevi Ninth savaşçılarının İskoçya'da kayıplara karışmasından yirmi yıl sonra, genç bir komutan olan Marcus Aquila, babasının onurunu kurtarmak için yola çıkar. Roma'dan ayrılan Marcus Aquila, Ninth lejyonunun nerede ve neden kaybolduğunu bulmak amacındadır, ama aynı zamanda emrindeki askerlerin hayatlarından da sorumludur. Bu gizemi çözmesinde ona esir Esca yardım edecektir.

Dünyanın Yedi Harikası

Orta Çağ’da dünyanın yedi harikası listesi yeniden bir araya getirilirken listeye alınan yapıların dünyanın en mükemmel mimari eserleri olduğuna inanılıyordu. Daha eski listelerde farklı yapılar da bulunuyordu ancak bunlar yok edildi, kayboldu ya da değiştirildi. Tarihçi ve şair Antipater, bugün hâlâ varolan listedekilere benzer yedi yapı ekledi ancak onun listesinde İskenderiye Feneri yerine  Babil Duvarları vardı. Dünyanın Yedi Harikası listesinde şu yapılar bulunuyor:
- Keops Piramidi
- Rodos Heykeli
- İskenderiye Feneri
- Babil’in Asma Bahçeleri
- Olimpos’taki Zeus Heykeli
- Halikarnas Mozolesi
- Efes’teki Artemis (Diana) Tapınağı
Bu yapıların seçimi hem mimarîleri hem de mühendislikteki mükemmelikleri sebebiyle yapılmıştır.
1. Keops Piramidi: Bu yapı, bugün hâlâ var olup dünyanın yedi harikası listesinde bulunan tek yerdir. Şu an Kahire, Mısır’ın bir parçası olan eski Keops kentinde yapılandırılmıştır. Çoğunlukla bu ifadeyle tüm piramitlerin kastedildiğine inanılır ancak yalnızca Keops Piramidi dünyanın yedi harikasından biri olarak gösterilmektedir. Bu yapı, Mısır firavunu Khofu (Keops) tarafından yatacağı son yer olarak inşa edilmiştir. Bugün piramit Keops Platosu bölgesinde diğer piramitler ve Sfenks’le turistik bir alanda bulunmaktadır. Yapıldığı sırada bu piramit yaklaşık 146 metre uzunluğundaydı. Seneler içinde yukarıdan yaklaşık 9 metresi aşındı. Bu piramitte her biri iki tondan daha ağır olan iki milyon taş kullanıldı. Piramidin içinde gömü odalarına giden ve buralardan çıkan karmaşık koridorlar ve sütunlar var. Piramitlerin gözlemevleri ya da tapınaklar olarak yapıldığına dair pek çok teori bulunmaktadır. Ancak çoğunluğun kabul ettiği sonuç, tüm piramitlerin Mısır kralları ve ailelerinin sonraki hayatlarının başlangıcına kadar kalabilecekleri mezarlar olarak yaratıldığıdır.
2. Rodos Heykeli: Bu dev heykel yıkılmadan önce yalnızca 56 yıl ayakta kalabildi. Yapı yaklaşık olarak 33 metre uzunluğundaydı ve Yunanistan’daki Rodos Adası limanının girişinde yer alıyordu. Heykelin liman üzerinde iki bacağı açık pozisyonda durduğu yaygın bir inançtır ancak heykelin büyüklüğü ve limanın girişine dayalı olarak yapılan modern araştırmalar bunun doğru olmadığını göstermektedir. Asıl yapının tamamlanması 12 seneyi buldu ve M.Ö. 282’de bitirildi. M.Ö. 226’da kuvvetli bir deprem hem kenti hem de heykeli sarstı ve dev heykeli dizinden itibaren kırdı. Mısır’dan III. Ptolemy, Rodoslu insanlara heykelin restorasyonunun yapılması için para teklif etti ancak heykelin yapılmasını yasaklayan bir kahine danışıldıktan sonra insanlar bu işle ilgilenmeye yanaşmadı. Arap istilacılar kalan parçaları saklayıp M.S. 654’te satana kadar heykel enkaz hâlinde kaldı. Heykelin asıl biçimi ve görünümünü gösteren çizimler kalmadıysa da pek çok sanatçı heykelin bir çizimini yapmıştır. Yapıyla ilgili olarak alt kısmının beyaz mermer, demir ve taştan bir çerçeveyle yapıldığı biliniyor.
3. Halikarnas Mozolesi: Halikarnas Mozolesi M.Ö. 350 yıllarında bugün bizim Bodrum dediğimiz (Halikarnas) güney bölgemizde yapılmıştır. Yapı, Karyalı Kral Massollos tarafından ölümünden sonra eşi ve kendisinin mezarı olarak kullanılması için inşa ettirilmiştir. Mozolenin uzunluğu 42 metreydi ve her boyuttan insan ve hayvan işlemeleriyle süslenmişti. Tasarım mimarlar Satyrus ve Pythias tarafından yapılmış, işlemelerse Bryaxis, Leochares, Scopast ve Timotheus’un elinden çıkmıştı. Onların her biri dört duvarından yapımından sorumluydu. Mozole 1600 sene boyunca ayakta kaldı ancak büyük bir depremle çatısı ve sütunları zarar gördü. On beşinci yüzyılın başlarında bölge istila edilince yapı tekrar zarar gördü. Bu sefer mozolenin taşlarıyla dev gibi bir kale yapıldı. Bu kale Bodrum’da hâlâ yerini korumaktadır. Mozole yapısının tek kalıntısı temelidir. Mozoleden kurtarılan bazı heykelcikler, Londra, İngiltere’deki British Museum’da sergilenmektedir. Mezar yeri anlamıyla anılmaya başlanılan mozole terimi, ismini Kral Massollos’tan alır. Kendisi bu yedinci harikayı son dinlenme yeri olarak yaptırmıştır.
4. Efes’teki Artemis Tapınağı: Artmesi Tapınağı, ülkemizdeki Efen antik kentinde yer almaktadır. M.Ö. 550 senesinde tanrıça Artemis(Diana) adına yapılmış ve hem dinî bir tapınak hem de Pazar yeri olarak kullanılmıştır. Bu tapınak baba-oğul mimarlar olan Chersiphron ve Metagenes tarafından tasarlanmıştır. Çini kaplı ahşap çatısıyla bu mermer yapı, dev bir bahçeye bakıyordu. Tapınakta zamanın en hünerli sanatçıları tarafından yapılmış heykel ve resimler bulunuyordu. Temeli yaklaşık 60 metreye 120 metreydi ve kolonları da 12’ye 18 metreydi. M.Ö. 356’da tapınak yakıldı. O dönem aynı temel üzerinde restore edildi ancak ikinci heykel de M.S. 262’de yine bir yangınla kül oldu. Sonrasında yeniden bir restorasyon işlemi yapılmadı. Tapınağın birkaç kalıntısı bugün Londra, İngiltere’deki British Museum’da sergilenmekte.
5. Olimpos’taki Zeus Heykeli: Olimpia’daki Zeus heykeli, Yunan heykelciliğinin en önemli eserlerinden biri olarak görülür. M.Ö. 457 senesinde heykeltıraş Phedias tarafından Olimpos antik kentinde (Atina, Yunanistan) inşa edilmiştir. Burası orijinal Olimpiyat oyunlarının yapıldığı bölgeydi. Heykelin uzunluğu 12 metre kadardı ve altın rengi cüppesiyle sağ elinde Zeus’un elçisi Nike (zafer) işaretini yapan tanrı Zeus’u tahtında gösteriyordu. Heykel, Zeus Tapınağı’nın içine yapılmıştı. M.S. I. yüzyılda Roma imparatoru Caligula, heykelin Roma’ya taşınmasını emretti. Ancak heykeli nakletmek için kullanılan yapı iskelesi yetersiz kalıp çökünce bu teşebbüs başarısızlığa uğradı. M.S. 351’de Olimpiyat oyunları pagan inancı sebebiyle yasaklandı ve Zeus Tapınağı kapatıldı. Bu dönemde heykel bir grup zengin Yunanlı tarafından Konstantinopolis’e taşındı ve M.S. 462’ye kadar orada kaldı. Daha sonra yangınla yok oldu. Tapınağın olduğu bölgede yalnızca birkaç yıkık kolon durmaktadır.
6. İskenderiye Feneri: Pharos Feneri’nden İskenderiye Feneri, M.Ö. 270 senesinde inşa edilmiştir. İskenderiye, Mısır limanındaki Pharos adasında bulunmaktadır. Mimar Sostratus bu feneri Kral II. Ptolemy saltanatında tasarlamıştır. Fenerin uzunluğu yaklaşık 121 metreydi ve doruk noktasında bir Poseidon heykeli vardı. 1500 seneden fazla bir süre için fener denizcilere kılavuzluk etti ve yedi harikanın en son kaybolanı oldu. Fenerin en üstünde bir ayna gün içinde güneş ışığını yansıtıyordu. Geceleriyse dev bir ateş denizcileri yönlendiriyordu. Fenerin yansımasının kıyıdan 56 kilometre uzaktan dahi görülebildiği söylentileri vardır. 1303 ve 1323 senelerinde gerçekleşen iki deprem, fenere kötü biçimde zarar vermiştir. 1480’de fenerin taş ve mermerleri, fenerin olduğu yere dikilen bir kale için kullanılmıştır.
7. Babil’in Asma Bahçeleri: Babil’in Asma Bahçeleri’yle ilgili olarak pek çok çelişkili ifade vardır. Bazı tarihçiler bu harikanın var olduğundan dahi şüphe duyar ve eski hikâyecilerin bir uydurması olduğunu düşünür. Tahminen M.Ö. 600’de kurulan bu bahçelerin aynı zamanda buranın sulanması içinde kullanılan Fırat Nehri’nin doğu kıyısında olduğu söylenir. Bu bölge bugün Bağdat, Irak olarak bilinmektedir. Aynı zamanda Kral Nebukadnezar’ın egzotik ağaçlar ve yeşillikleri çok seven en beğendiği eşi için bu bahçeleri yaptırdığı da söylenir. Asma Bahçeleri çoğunlukla içinde her türlü egzotik bitkiyle çiçeğin yetiştirildiği birkaç teraslı ve şelalesi olan yerler olarak resmedilir. Bu bölgeye aynı zamanda egzotik hayvanların da ithal edildiğine inanılmaktadır. Bahçelerin varlığına inananlar arasında boyutu konusunda hâlâ bir anlaşmazlık vardır ancak pek çok eski Yunan yazması, bahçelerin 37 metre kare olduğunu ve uzunluklarının da 30 metreye ulaştığını söyler.      

İnsan Neden Kendini Gıdıklayamaz?


Dünyanın her yanındaki mazoşistler buna üzülebilir fakat insan beyni kendini gıdıklamaya karşı programlanmıştır. Hareketi kontrol eden beyin olduğundan siz bir şey yapmadan ne yapacağınız o bilir. Bu yüzden gıdıklamanın ne miktarda bir güçle yapılacağı, nerenin gıdıklanacağı ve gıdıklamanın hızı beklenilenler arasındadır. Bu bilgileri de kendi ellerinize karşı kendinizi hissiz kılmak için kullanır. Peki neden gıdıklanma tepkisi verilir? Bunun sebebi, mağaralarda yaşayan atalarımızın sürüngen yaratıklara karşı dikkatli olmasını sağlayabilmekmiş. Gıdıklanınca beraberinde gelen gülme krizi de aslında bir panik tepkisi. Bir başkasının gelip karnınızı gıdıklayacağını bilseniz bile bu tepkiyi durduramazsınız çünkü a) beyniniz tam olarak nasıl ve nerenizin gıdıklanacağını bilemez ve b) birinin sizi gıdıklayacağını bilmek panik alıcılarını açık tutmaya yeter de artar bile.

Vampirler Hakkında Bilmediğiniz 40 Şey


Vampirler… Korku edebiyatının hatta genel olarak kurgu edebiyatının çok önemli bir parçası olmuş bu ‘yaratıkların’ gerçek olabileceği düşüncesi tarihte büyük yer edinmiştir. Bram Stoker’ın ünlü kurgu romanı Dracula dahi gerçekte var olan bir Kazıklı Voyvoda karakterinden esinlenilerek yazılmıştır. Yakın zamanda da Buffy the Vampire Slayer, Angel ve New Moon gibi vampir efsaneleri gerek televizyonları gerekse beyaz perdeyi kaplamıştır. İşte bu ilginç ve merak uyandıran ‘tür’ hakkında önemli bilgiler.
1. Çoğu araştırmacı İngilizce ‘vampire’ kelimesinin Macarca vampir ya da cadı anlamına gelen eski Türkçe upior, upper, upyr kelimelerinden geldiğini düşünür. Diğer araştırmacılarsa kelime kökeninin Yunanca ‘içmek’ anlamına gelen bir kelimeden ya da ‘hastalıklı’ anlamına gelen nosophoros kelimesinden türediğini söyler. Sırpça bamiiup ya da Sırp-Hırvat pirati kelimelerinden türemiş olma olasılığı da vardır. Pek çok kültürde vampir kelimesine karşılık gelen bir terimin olması, vampirlerin insan bilincinde yer etmiş olduğunu gösteriyor.
2. Bir grup vampire küme, sürü, topluluk, kütle ya da klan denilebilir.
3. Büyük olasılıkla tüm zamanların en meşhur vampiri Kont Dracula, Tesniye (Tevrat) alıntısı yapmıştır: “Kan hayattır.”
4. Susam Sokağı’nın vampir kuklası Count von Count, gerçek bir vampir mitine dayanır. Bir vampirin insana gelmesini önlemek için önerilen yollardan biri kapının dışına tohum ya da pencere önüne balık ağı atmaktır. Vampirler kendilerini tohumları ya da ağdaki delikleri saymaya zorunlu hissedeceklerdir ve bu da güneş doğana kadar onları oyalar.
5. Dolmen adı verilen tarih öncesi taş yapıtlar, kuzeybatı Avrupa’da ölülerin mezarları üzerinde bulunuyor. Antropologlar, vampirlerin uyanmasını önlemek için bu anıtların yapıldığını zannediyor.
6. Porphyria (aynı zamanda vampir ya da Dracula hastalığı da denilir) adı verilen nadir bir hastalık, güneş ışığına aşırı hassasiyet ve bazen kıl yoğunluğu gibi vampirlere özel semptomlar göstermektedir. Ekstrem bazı durumlarda dişler kırmızımsı kahverengi renk alır ve sonunda hasta aklî melekelerini bile yitirebilir.
7. Vampir olmakla suçlanan insanların aslında cinsel anlamda kana susama anlamına da gelebilecek olan haematodipsia ve gündüz körlüğü olarak bilinen hemeralopia hastalığından muzdarip olabileceği söyleniyor. Anemi (kansızlık) de sıklıkla vampir saldırısı geçirmiş bir insanda olan bir hastalık olarak görülür.
8. En ünlü ‘gerçek vampirlerden’ biri de gençlik güzelliğini koruyabilmek adına genç kızlara işkence ederek etlerini ısıran ve kanlarında banyo yapan Kontes Elizabeth Bathory’dir (1560 – 1614).
9. Vampir efsanelerinin kökeni Eflaklı Voyvoda ya da Kazıklı Voyvoda (1431 – 1476) olarak da bilinen tarihi kimliğe dayanıyor olabilir. Voyvoda’nın şapkalarını insanların kafasına çivileme, canlı canlı derilerini yüzme ve kazıklara geçirme gibi huyları vardı. Aynı zamanda düşmanlarının kanının içine ekmek banıp yemesini de severdi. İsmi Voyvoda, ejderin oğlu ya da Dracula anlamına gelmektedir. Bu yüzden de kendisi tarihin Dracula’sı olarak tanınır. Kazıklı Voyvoda 1476 senesinde cinayete kurban gitmiş olsa da mezarının boş olduğu söylentileri vardır.
10. Vampirlere dair en eski bulgular, M.Ö. 4,000’lere dayanan eski Sümer ve Babil mitlerinde görülür. Bu mitlerde ekimmu ya da edimmudan (kaçırılan anlamında) bahsedilir. Ekimmu, düzgün bir biçimde gömülmemiş ve intikamını alabilmek için kızgın bir ruh olarak yaşayanların kanını emmeye gelmiş bir çeşit uruku ya da utukkudur (iblis güç).
11. Mısır yazıtı Pert em Hru’ya (Mısır Ölüler Kitabı) göre ka (ruhun beş parçasından biri) belirli kurbanları almaz, kha olarak mezarından kalkarak kendi besinini arar. Bunun sonucunda yaşayanların kanını da içebilir. Ayrıca Mısır tanrıçası Sekhmet’in de kan içtiği bilinmektedir. Hint tanrıçası dişli Kali’nin içinde de kuvvetli bir kan arzusu vardı.
12. Çinli vampirlere ch’iang shih (ceset dansçısı) adı verilirdi ve bunların kırmızı gözleri, çarpık pençeleri olurdu. Kadınlara saldırmalarına sebep olan güçlü bir cinsel dürtüleri olduğunu söylenir. Büyüdükçe ch’iang shih uçma kabiliyeti kazanır, beyaz saçları çıkar ve kurta dönüşebilir.
13. Vampirler ve zombiler yaşayan ölü statüsüne girse de ait oldukları mitolojiye bağlı olarak aralarında bazı farklılıklar olabilir. Örneğin zombilerin vampirlere göre daha düşük IQ’ya sahip olduğu, sade kandan çok beyin ve eti tercih ettikleri, sarımsağa bağışıklıkları olduğu, aynada çoğunlukla yansımaları olduğu, çürüyen kaslarına bağlı olarak yavaş hareket ettikleri, kiliselere girebildikleri ve ateş ya da güneş ışığından kesin olarak korkmadıkları düşünceleri çoğunlukla Afrika mitolojisinden kaynaklanmaktadır.
14. Vampir isterisi veşüphe duyulan vampirleri ‘öldürmek’ için ortaya çıkan ceset tahripleri, on sekizinci yüzyıl ortalarında Avrupa’da öyle sapkınca bir hâl almıştı ki bazı hükümdarlar cesetlerin mezarlarından çıkarılmasını önlemek için yasalar çıkardılar. Bazı bölgelerde toplu isteri, vampir olduğuna inanılan insanların halk içinde idamına bile sebep oldu.
15. İngilizce dilindeki vampir hakkında ilk kurgu eser, John Polidori’nin Vampyre eseridir ve yanlışlıkla Lord Byron’ın adıyla basılmıştır. Polidori (1795-1821), aslında Byron’ın doktorudur ve vampirini de Byron’dan esinlenerek yaratmıştır.
16. İlk vampir filminin 1912’de çekilen ‘5 No’lu Evin Sırları’ olduğu zannedilmektedir. Murnau’nun sessiz siyah-beyaz filmi Nosferatu daha sonra, 1922 senesinde gelmiştir. Ancak Tod Browning’in Dracula’sı ( Bela Lugosi’nin oynadığı erotik, sevimli, smokin ve pelerinle dolaşan aristokrat vampirle), vampir filmleri ve edebiyatının kilometre taşı olmuştur.
17. Vampirlerin hayvanlar âlemi üzerinde kontrolü olduğu ve yarasa, sıçan, baykuş, güve, tilki ya da kurt biçimlerini alabileceği söylenir.
18. 2009’da ağzına taş sıkıştırılmış on altıncı yüzyıldan bir kadın kafatası, salgın kurbanlarının kalıntıları yakınında bulundu. Bu dönemde vampir olduğundan şüphe duyulan birinin ağzına, diğer salgın kurbanlarının cesetlerini yememesi ya da yaşayanlara saldırmaması için taş konulması sıra dışı bir durum değildi. Aynı zamanda hıyarcıklı vebanın Avrupa’da yayılmasının sebebi olarak da dişi vampirler gösteriliyordu.
19. Joseph Sheridan Le Fany’nin 1872 senesi kısa gotik romanı, dişi bir vampir olan Carmilla’yı anlatır ve Bram Stoker’ın Dracula’sını büyük ölçüde etkilemiş olduğu düşünüldüğü gibi dişi ve lezbiyen vampirlerin prototipini oluşturduğu da söylenir. Hikâyede Carmilla’nın vampir olduğu anlaşılır ve kanla dolu tabutu içinde göğsüne kazık saplanır, kafası kesilir ve yakılır.
20. Bram Stoker’ın Dracula’sı (1897) vampir mitolojisinde önemli bir etki olarak yerini korumaktadır ve asla baskıdan kalkmamıştır. Kimi akademisyenler bunun açık bir Hristiyan alegorisi olduğunu söylerken kimileri Victoria dönemindeki bastırılmış psiko-seksüel endişeleri yansıttığını söyler.
21. Pek çok efsaneye göre biri vampir olduğundan şüphe edilen biri tarafından ısırılırsa yakılmış bir vampirin küllerini içmelidir. Vampir saldırılarından korunmak içnse ekmeği vampir kanına bulayarak onu yemelidir.
22. Eşiklerin tarihî anlamda önemli bir sembolik değeri vardır ve bir vampir davet edilmediği sürece eşiklerden geçemez. Eşiklerle vampirler arasındaki ilgi, suç ortaklığı ve izinle alakalı bir olgu gibi görünmektedir. Kötülere bir defa izin verildiği takdirde kötülük tekrar tekrar o eşikten içeri girebilir.
23. Hristiyanlık öncesi vampirleri geri püskürtme yöntemleri arasında sarımsak, akdiken dalları, üvez ağacı (daha sonraları haç yapmak için kullanıldı), tohum dökme, ateş, mezar kazıcının küreğiyle baş kesme, tuz (korunma ve saflıkla bağlantılandırılırdı), demir, çan, horoz ötmesi, nane şekeri, akan su ve vampir olduğundan şüphelenilen birini dört yol ağzına gömme de vardı. Cesetlerin yüzü toprağın iç kısmına gelecek şekilde gömme gibi bir durum da vardı. Bu sayede vampirlerin çıkmak için yanlış yöne doğru kazı yapacakları ve toprağın içinde kaybolacaklarına inanılıyordu.
24. Hristiyanlığın yayılmasının ardından bu yöntemler arasına kutsal su, haç, aşai rabbani ayini ekmeği de katıldı. Bu metodlar çoğunlukla vampir için ölümcül olmuyordu ve etkinlikleri kullanan kişinin inancına göre değişiyordu.
25. Geleneksel bir vampir püskürtücü olan sarımsak, 2,000 seneden fazla bir süredir bir korunma yöntemi olarak kullanılmaktadır. Antik Mısırlılar sarımsağın tanrının bir hediyesi olduğuna, Roma askerleri kendilerine cesaret verdiğine, denizciler geminin batmasını engellediğine ve Alman madenciler onlar yeraltındayken kötü ruhlardan uzak tuttuğuna inanırlardı. Pek çok kültürde gelinler korunmak içn gelinliklerinin altında sarımsak taşırlardı ve sarımsak dişleri insanları çeşitli hastalıklardan korumak için kullanılıyordu. Günümüz bilim adamları da sarımsaktaki yağın, alisinin, oldukça etkili bir antibiyotik olduğunu söylüyor.
26. Güneş ışığının vampirleri öldürebileceği düşüncesi, 1950’lerde Filipinler’deki batıl inançlı gerillaları korkutmak için Amerikan hükümeti tarafından başlatılmış olabilecek modern bir uydurma gibidir. Güneş ışığını bir vampir bir başka vampiri öldürmek için kullanabileceği gibi (Ann Rice’ın popüler romanı Vampirle Görüşme’de olduğu gibi) Lord Ruthven ve Varney de güneş ışığında yürüyebilen vampirler olduğunu gösteriyor.
27. Vampirlerin tabutta uyuması gerektiği efsanesi, büyük olasılıkla cesetlerin mezarlarında ya da tabutlarında aniden doğrulup oturduklarını anlatan mezar kazıcılar ve cenaze levazımcılarından çıkmıştır. Bu ürkütücü fenomen çürüme evresinden kaynaklanıyor olabilir.
28. Kimi efsanelere göre vampirler, eski eşleriyle cinsel birliktelik yaşayabilirler ve bunun sonucunda da hamilelik durumu ortaya çıkabilir. Aslında bu inanç, bekar kalması beklenilen bir dulun nasıl hamile kaldığını da açıklayabilecek türdendir. Ortaya çıkan çocuğa Bulgarca gloglave (glog) ya da Türkçe vampir adı verilir. Ancak afaroz edilmek yerine çocuk vampirleri öldürme yeteneğine sahip olan bir kahraman olarak görülür.
29. Stephanie Meyers’ın yazdığı Alacakaranlık kitap serisi (Alacakaranlık, Yeni Ay, Tutulma, Şafak Vakti), filme gidenler arttıkça daha popüler bir hâl aldı. Meyers, vampir mitolojisi konusunda bir araştırma yapmadığını itiraf ediyor. Aslında onun vampirleri pek çok açıdan gelenekleri bozuyor. Örneğin sarımsak, kutsal şeyler ya da güneş ışığı onlara zarar vermiyor. Bazı eleştirmenler, gençlerdeki cinsel gerilimi ve dışlanmışlık duygusunu yakalayabildiği için kitabı övüyor.
30. Hollywood vampirleri ve edebiyattaki vampirler, folklorik vampirlerden ayrılık gösteriyor. Örneğin Hollywood vampirleri genelde solgun, aristokrat, çok yaşlı, kendi topraklarına ihtiyaç duyan, doğa üstü denilebilecek derecede güzel ve vampir olabilmek için ısırılması gereken karakterler olarak gösteriliyor. Buna karşılık olarak folklorik vampirler (Bram Stoker’dan önce) genellikle sıradan ve yakın zamanda ölmüş kimselerdir. İlk olarak biçimsiz kan torbaları olarak görünürler, kendi topraklarına ihtiyaç duymazlar ve sıklıkla göğüslerine kazık saplanarak ya da saplanmadan ölüdürülürler.
31. Folklorik vampirler yalnızca ısırıkla vampir olmazlar. Bir zamanlar kurt adamlarsa, büyücülük yaptılarsa, aforoz edilmişlerse, intihar etmişlerse, yasaklı çiftlerin gayri meşru çocuklarılarsa ya da vaftiz edilmeden ölmüşlerse de vampir olabilirler. Bunun yanı sıra kurtların öldürdüğü bir koyunun etinden yiyen, yedinci çocuk olarak doğan, bir vampirin beğendiği hamile bir kadının çocuğu olan, gömülmemiş bir cesedin üzerinden geçmiş bir rahibe olan, dişli doğan ya da gömülmeden cesetleri üzerinden bir kedi atlayan herkes vampire dönüşebilir.
32. Vampir folklöründe vampirler öncelikle kemikleri olmayan yumuşak ve belirsiz bir biçim olarak görünürler. “Kırmızı parlak gözleri ve kan emmek için yüzünde burnu yerine bulunan keskin uzvuyla ‘bir kan çuvalıydı’. 40 gün yaşayabilse kemikleri ve bir bedeni olur, daha tehlikeli, öldürülmesi zor bir hâl alırdı.”
33. Bir vampiri tanımlamak için kan içme özelliği yeterli olmasa da akıl almaz bir şey olduğu kesindir. Kimi kültürlerde kurbanın kanını içmek içene kurbanın kuvvetini verebilir, bir hayvanın özelliğini almasını sağlayabilir ve hatta bir kadını daha doğrugan hâle getirebilir. Aynı zamanda kırmızı renk de pek çok vampir ritüelinde bulunmaktadır.
34. Bazı vampir öykülerinde vampirler evlenebilir; kasaplık, berberlik ya da terzilik gibi vampirlere uygun işler bulabilecekleri bir başka kente taşınabilirler. Kasap olabilmeleri durumu, kasapların ‘kurbancı’ soyundan geldiği analojisine dayanıyor olabilir.
35. Balkanlarda belli bölgeler balkabağı ya da karpuz gibi meyvelerin on günden fazla dışarıda kalması ya da yeni yılda tüketilmemesi durumlarında vampire dönüşebileceklerine inanır. Vampir balkabakları ya da karpuzlardan dişleri olmadığı için genelde korkulmazdı. Meyvelerin üzerinde görülen kan da buna istinaden vampire dönüşebileceğine dair bir işaret olarak algılanır.
36. Denizkızları da vampire dönüşebilir ancak onlar kurbanlarının kanını değil nefeslerini emer.
37. 20. yüzyılın sonuna kadarki zaman diliminde vampirler hakkında 300’den fazla film yapıldı ve bunun yüzden fazlasında Dracula vardı. 1,000’den fazla vampir romanı çıkartıldı ve bunların çoğunun basımı son 25 sene içerisinde gerçekleşti.
38. Son yıllarda çocuk edebiyatının en popüler vampiri, vejetaryen bir vampir olarak mutlu biçimde hayatını sürdüren sevimli tavşan Bunnicula’dır.
39. Bazı tarihçiler Prens Charles’ın doğrudan Dracula’nın oğlu olan Kazıklı Voyvoda’nın soyundan geldiğini söylemektedir.
40. Vampir mitolojisinde yakın zamandan en iyi bilinen gelişme Buffy the Vampire Slayer ve ‘yan-ürünü’ Angel’la olmuştur. Buffy, vampirizmi genç bir vampir avcısının oldukça gerçekçi, yirminci yüzyıl dünyasından anlatarak modernize ettiği için ilginç gelir. Buffy rolündeki Sarah Michelle Gellar, arkadaşlarıyla vampirlerin peşinden koşar. Dikkat çekmesinin bir diğer sebebi de, akademik çevrelerde ‘Buff Araştırmaları’ diye bir şeyin oluşmasına sebep olmasıdır.

En İlginç Yaratılış İnanışları


İnsanlığın her zaman merak ettiği ve çözmeye çalıştığı bir konudur yaratılış. Varlığından daha yüce bir şeyin olduğuna inanma ve etrafında olup bitene bir mantık katabilme ihtiyacının bir karışımıdır bu. İnsan bunu bireysel olarak nasıl yaşarsa uluslar da aynı süreçten geçerek bir anlamlandırma çabasına girer. İşte o noktada da yaratılış mitleri çıkar. Dünyanın her yanında farklı bir yaratılış efsanesi bulunur. Bunu kültür farklılıklarına bağlayabileceğimiz gibi dönemsel parametrelerle de bağdaştırabiliriz.
Dünyanın en eski medeniyetlerinden biri olan Çin’de yaratılış hikâyeleri çeşitlidir. Fakat en yaygın olarak bilinen efsane günümüz okumalarında üretkenlik sembolü olarak görülen yumurtayla başlar. Ne var ki burada yumurta siyahtır. Taocu rahiplerin anlattığı hikâyeye göre bu bahsedilen yumurtanın içinden Pangu isimli tanrı çıkmıştır. Doğumu sırasında Pangu yumurtayı ikiye ayırır. Beklenileceği üzere yukarıda kalan kısım gökyüzünü, aşağıda kalan kısımsa yeryüzünü oluşturur. Tanrı Pangu bir insan misali büyüdükçe gökyüzü ve yeryüzü arasındaki mesafe artar. Nihayet tanrı öldüğündeyse vücudunun farklı kısımları yeryüzü şekillerini yaratır. Böylece yeryüzü bilindiği biçimini alır. Budizm inancındaki iç ahlaka karşılık olarak yaratılış efsanesinde bir tanrıdan çıkan çoklukla karşı karşıya kalmamız bakış açısındaki değişime dair bir işaret olabilir.
Hinduların oluşumu da benzer şekilde çok eskilere, ilk çağlara kadar dayanır. Aslına bakılırsa bu iki Doğu medeniyeti (ve İran medeniyeti de) dünya tarihinde ve her anlamdaki gelişmelerde büyük rol oynamıştır. Öyleyse Hinduların da yaratılış efsanesine bir göz atmak gerekebilir. Hindular kainatın tek bir büyük gücü olduğuna inanır ve bu gücün de tanrı olduğunu söylerler. Ancak bu tanrıdan da yine çokluk çıkmaktadır çünkü pek çok farklı biçimlerde görülebilmektedir. Yani diğer tanrı ve tanrıçaların biçimine girmesi şaşırtıcı bir durum olmaz. Belki de buna bağlı olarak Hinduizm’de pek çok farklı yaratılış hikâyesi vardır. Bunlardan birine göre, bildiğimiz zaman başlamadan önce ne gökyüzü, ne yeryüzü ne de aralarındaki boşluk vardır. Hiçliğin kıyılarını dev, karanlık bir okyanus yıkar. Bu sularda da büyük bir kobra bulunmaktadır. Lord Vishnu da bu uçsuz bucaksız yerdedir ve güçlü yılan onu izlemektedir. Vishnu huzurlu biçimde uyurken derinlerden Aum isimli bir mırıltı gelerek etrafı titretmeye başlar. Aum büyür ve yayılır, boşlukları doldurur, enerjiyle çarpar. Gece bitmiştir artık. Vishnu uyanır ve şafak sökerken Vishnu’nun göbeğinden muhteşem bir nilüfer çiçeği çıkar. Açan çiçeğin ortasında Vishnu’nun hizmetkârı Brahma vardır. Lord’unun emirlerini bekler. Vishnu zamanın geldiğini söyleyince yaratılış süreci başlar. Suların üzerinden bir rüzgâr geçer, Vishnu ve yılan yok olur. Brahma çiçeğin içinde kalmıştır. Kollarını kaldırarak rüzgârı ve okyanusu sakinleştirir, nilüferi üçe ayırır. Ayrılan parçalardan birini gökkubeye, birini yeryüzüne doğru uzatır. Sonuncusuyla da göğü yaratır. Çıplak olan yeryüzü için yine Brahma çalışır. Canlı bitkileri yaratır ve onlara duygu verir. Daha sonra hayvanları yaratır. Kuşlara uçma, balıklara denizde kalabilme özelliği verir. Kısa süre içinde yeryüzü yaşamla ve Brahma’nın yarattıklarının sesiyle dolar. Bu mit, daha sonra ismini bulacak olan animistik inançla ilgili de bir ipucu verir. Tahmin edin neden. Hani şu nazar değmesin diye vurduğumuz tahta var ya, aslında onun sebebi, tam da Brahma’nın duygu verdiği ağaçlardan kaynaklanmaktadır. Çıkış noktası tam olarak bu mit olmasa da, doğadaki şeylerin birer tanrı gibi güç sahibi olduğuna dair inanış öyle kanıksanmıştır ki tahtaya (ağaca) her üç kere vuruşumuzda aslında tanrıların bizi duyup ‘nazardan’ korumasını bekleriz.
Bir de kapı komşumuz olan dünyanın en eski medeniyetlerinden Yunanlıların yaratılışı yorumlama biçimi var. Herkesçe bilinen Yunan mitolojisine göre başlangıçta kaos, boşluk vardır. Bu boşlukta var olan tek şeyse siyah kanatları olan Nyx isimli kuştur. Kuş, rüzgârla beraber altın bir yumurta verir ve çağlar boyu bu yumurtanın üzerinden kalkmaz. Nihayet yumurtanın içinde hayat kıpırtıları kendini gösterir ve içinden Eros, aşk tanrısı çıkar. Kabuğun üst kısmı yükselerek gökyüzünü, alt kısmı da inerek yeryüzünü oluşturur. Eros gökyüzüne Uranus, yeryüzüne de Gaia adını verir ve bu ikisini birbirlerine âşık eder. İkisinin çocukları ve torunları olur. Çocuklarının bazıları, kendi çocuklarındaki güçten korkar. Kronus, kendini korumak amaçlı daha bebeklerken kendi çocuklarını yer. Ancak eşi Rhea, en küçük bebeklerini saklar. Onun yerine Kronus’a bir kundağa sarılı taş verir. Saklanan çocuk Zeus’tur ve büyüyünce annesinin öğrettiği biçimde babasını kandırarak kardeşlerini kurtarır. Böylece Zeus önderliğindeki çocuklarla baba arasında bir savaş başlar. Gençler bu savaşı kazanır ve Gaia’da hayat başlar, Uranus’e yıldızlar dolar. Yeryüzünün insan eksiğiyse meşhur Pandora mitiyle kapatılır.
Elbette semavi dinlerde de bir yaratılış inancı vardır ve bunlar kutsal kabul ettikleri kitaplarda belirtilir. Örneğin Hristiyanlar tüm evrenin altı günde yaratıldığı ve yedinci günde tanrının dinlendiği inancındadırlar. Bu yüzdendir ki haftanın son günü olarak kabul ettiğimiz Pazar onların ilk günü ve dinlenme günüdür. Oluşumsa tanrının ruhuyla gerçekleşir. Tanrı şekilsiz bir boşluk olan karanlığı sözle (logos) biçimlendirir. “Işık olsun” der ve gün yaratılır. Diğer yaratılar da aynı yolla vücut bulur. Yahudi (ki Hristiyanlık ve İslamiyet de buradan gelmektedir) ve İslam inançları da Hristiyanlıktan farklı değildir. Hepsinde yaratılış tek ve güçlü bir Tanrı (Allah ya da Yahova) tarafından yapılır ve Adem ilk peygamber olarak kabul edilir.

Vücudumuz hakkında sizi şaşırtacak 16 olağanüstü gerçek:





1. Dil izi: Eğer kimliğinizi saklamak isterseniz, dilinizi çıkarmayın. Parmak izine benzer şekilde, herkes tek ve benzersiz bir dil izine sahip.
2. Döküntü: Evde tüy dökme derdinden şikayetçi olan sadece evcil hayvanınız değil. İnsanlar her saat yaklaşık 600 bin deri partikülü döküyor. Bu her yıl yaklaşık 680 gram tutuyor, bu nedenle ortalama bir insan 70 yaşına kadar yaklaşık 48 kg deri dökmüş oluyor.
3. Kemik sayısı: Yetişkinlerde bir bebekten daha az kemik bulunuyor. Doğduğumuzda yaklaşık 270 kemiğe sahip oluyoruz, ancak gelişim süreci boyunca kemikler eriyip birbiriyle kaynaşıyor ve yetişkin olduğumuzda sadece 206 kemiğimiz kalıyor.
4. Yeni mide: Mide mukozasının dış tabakası ömrü çok kısa olduğu için 3-4 günde yenilendiğini biliyor muydunuz? Eğer yenilenmeseydi, midenizdeki yiyecekleri hazmetmek için kullanılan güçlü asitler, aynı zamanda midemize de zarar verecekti.
5. Koku hatırlama: Burnumuz köpekler kadar hassas değildir, ancak 50 bin farklı kokuyu hatırlayabilir.
6. Uzun bağırsaklar: İnce bağırsağın uzunluğu yetişkin bir insanın boyunun yaklaşık 4 katı uzunluğundadır. Eğer geriye doğru katlanmasaydı, 5-6 metrelik uzunluğu karın boşluğuna sığmazdı.
7. Bakteri: Bu cilt için gereklidir. İnsan vücudunda cildin her santimetre karesinde yaklaşık 32 milyon bakteri yaşıyor. Bunların büyük bir çoğunluğu zararsız.
8. Vücut kokusunun kaynağı: Koltuk altı gibi, kokan ayakların kaynağı terdir. İnsanlar ayaklarından da terler. Bir çift ayak 500 bin ter bezine sahiptir ve günde yarım litre ter oluşturabilir.
9. Hapşırma hızı: Hapşırık havada saatte 161 km hızla gidebiliyor. Bu nedenle hapşırınca burnunuzu ve ağzınızı mutlaka bir mendille kapatmalı, fakat hapşırığınızı tutmaya çalışmamalısınız.
10. Kan aralığı: Eritrosit olarak bilinen kan hücreleri bikonkav (iki yanı çukur) diskler şeklindedir. Kan uzun bir yolda seyahat eder. İnsan vücudunda yaklaşık 96 bin 560 km kan damarı bulunuyor. Çok çalışkan olan kalp her gün damarların içine 7 bin 571 litre kan pompalıyor.
11. Tükürük miktarı: Tükürüğünüzün içinde yüzmek istemeyebilirsiniz, fakat biriktirseydiniz bunu yapabilirdiniz. Çünkü, bir ömür boyunca insan 25 bin litre tükürük üretiyor. Bu miktar 2 yüzme havuzunu doldurmaya yeter.
12. Horlama sesi: 60'lı yaşlarda, erkeklerin yüzde 60'ı ve kadınların yüzde 40'ı horluyor. Horlama ortalama 60 desibelken, horlama seviyesi bazı kişilerde 80 desibelin üzerine çıkabiliyor. 80 desibel seviyesindeki ses havalı matkabın çıkardığı ses kadar yüksektir. 85 desibelin üzerindeki sesler insan kulağına zarar verdiği saptanmıştır.
13. Saç rengi ve sayısı: Sarışınlar daha eğlenceli olabilir ya da olmayabilir, ancak sarışınlar kesinlikle daha fazla saça sahipler. Saç rengi saçımızın ne kadar sık olduğunu belirlememize yardımcı oluyor. Buna göre sarışınlar en üst sırada yer alıyor. Bir insanda ortalama 100 bin saç kılı bulunurken, sarışınlarda bu sayı ortalama 146 bin. Siyah saçlı insanlar yaklaşık 110 bin saç kılına sahip, kahverengi saçlı insanlarda ise 100 bin saç kılı bulunuyor. Kızıl saçlı insanların ise saç kılı daha az yaklaşık 86 bin kadar.
14. Tırnak gelişimi: Eğer el tırnaklarınızı ayak tırnaklarınızdan daha sık kesiyorsanız, bu doğaldır. El tırnaklarımız daha çok kullanıldığı için daha hızlı uzuyorlar. Elimizin tırnakları 0,5 - 0,6 mm hızla uzar. Yani kesilmezlerse yılda 2,5 - 3,0 santimetre uzunluğa ulaşabilirler. Ayak tırnaklarının uzama hızı bunun dörtte biri kadardır. En hızlı uzayan tırnak orta parmağın tırnağıdır.
15. Baş ağırlığı: Bebekler doğduklarında başlarını tutamazlar. İnsan başı doğduğunda vücudumuzun toplam uzunluğunun dörtte biri kadardır. Fakat, yetişkin olduğumuzda bu oran toplam uzunluğumuzun 8'de birine ulaşır.
16. Uyku ihtiyacı: Eğer iyi bir gece uykusu için öldüğünüzü söylerseniz, tam anlamıyla bunu kastediyorsunus. Haftalarca bir şey yemezseniz ölmezsiniz, fakat 11 günden sonra uykusuzluğa dayanamaz, sonsuza kadar uyup kalırsınız...

Dünya ile ilgili gerçekler



• Dünya üzerindeki en soğuk yer, ortalama -54 derece ile Antarktika'dır.En sıcak yer ise ortalama 34 derece ile Afrika'da bulunan Etiyopya dır.
• En kuru çöl:Şili'deki Atacama Çölü en kuru çöldür.Bazı yerlerine 400 yıl yağmur yağmamıştır.Diğer bölgelerine ise hiç yağmur yağdığı görülmemiştir.
• En uzun nehir Dünyadaki en uzun nehir Afrika'daki Nil Nehri'dir.Bu nehrin uzunluğu yaklaşık 6.600 km kadardır.
• En yüksek uçurum ünyanın en yüksek kayalık uçurumu Hawaii Adası'nın kuzey kıyısında bulunur.Burada yükseklik bazen 1.005m'ye ulaşır. Bu yükseklik 275 katlık bir gökdelenle eş değerdir.
Hala büyüyor: Atlantik, dünyanın en büyük ikinci okyanusudur ve hala büyümektedir.Her yıl 4 cm kadar genişler ve bunu yaparken, Avrupa ile Amerika'yı birbirinden giderek uzaklaştırır.
• Felaket bölgesi Deprem kayıplarında Çin ilk sıradadır.1556'da meydana gelen depremde 830.000 kişi ölmüştür.
• Altın madeni Dünyadaki denizlerde çok yüklü miktarlarda altın bulunur.Eğer bu altınların hepsi çıkarılıp dünyadaki herkese dağıtabilseydi, birer kilo altınımız olurdu.

Kağıt Parayı Kimler İcat Etti ?





Para icat edilmeden önce, deniz kabuğundan kıymetli metallere kadar çeşitli mallar değişim aracı olarak kullanılmıştır. Tarihi kayıtlara göre, M.Ö. 118 yılında Çinliler deri para kullanmışlardır. İlk kağıt para ise M.S. 806 yılında yine Çin’de ortaya çıkmıştır.
Batıda kağıt paraların basılması ve kullanılması 17 nci yüzyılın sonlarına rastlamaktadır. İlk kağıt paranın 1690’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde Massachusetts Hükümeti, İngiltere'de ise "Goldsmiths" ler tarafından basıldığı ve dolaşıma çıkarıldığı, 1694 yılında İngiliz Merkez Bankası ve daha sonra diğer ülke merkez bankalarının kurulması ile de yaygınlaştığı görülmektedir.
"Kağıt icat edildi, paranın kağıt olması yüzyıllar sürdü."

Hopa'da Labirent Gibi Üst Geçit




Rize'de altından bir cadde ile dört şeritli karayolu geçen ve karmaşık görüntüsü nedeniyle labirente benzetilen 300 metre uzunluğundaki yaya üst geçidinin bir benzeri de Artvin'inHopa İlçesi Kemalpaşa Beldesi'nde bulunuyor.

Uzunluğu ve dönemeçleriyle dikkat çeken yaya üst geçidinden bir kol da köy yoluna bağlanıyor.

Kemalpaşa Beldesi'nin Liman Köyü'nde, Karadeniz Sahil Yolu üzerine inşa edilen yaya üst geçidi, görüntüsü ile Rize'deki labirent üst geçidini andırıyor.

Karadeniz Sahil Yolu'nun üstünden geçen yaya geçidinden uzun bir kolun Liman Köyü yoluna bağlanması, ortaya karmaşık bir görüntü çıkarıyor.

Yaya geçidinin bir ucundan diğer ucuna ulaşmak için 200'e yakın basamak çıkmak ve 300 metreye yakın yolu yürümek gerekiyor.

İlginç yaya geçidinin sahile yakın bölümdeki ucu ile köy yoluna bağlanan diğer ucu arasında yakaşık 70 metre yükseklik farkı bulunuyor. Yaya üst geçidinin arazi yetersizliği nedeniyle bu alana yapıldığı, daha sonra da Liman Köyü yoluna bağlantı yapılması nedeniyle ortaya böyle bir görüntünün çıktığı belirtildi. 

Müzik Notaları Nasıl Bulunmuştur?






Müzikteki matematiksel gizemi keşfederek yazıya dökmenin ilk temeli Pisagor …Pythagoras, M.Ö. 530 450… tarafından atılmıştır. Biz kendisini okul sıralarından o meşhur dik üçgen teoremi ile hatırlarız ama Pisagor günümüzde ulaştığımız bilim seviyesinin babasıdır. O kendi devrine kadar gelişmiş bütün çalışmaları bir disiplin altında toplamış, geometri, aritmetik, astronomi, coğrafya, müzik ve tabiat bilgisi olarak ayrı ayrı bilim dalları yaratmıştır.

Pisagor bilimi, bilim için düşünüyor, bilimin uygulamak onu ilgilendirmiyordu. Bu nedenle bilgi seven anlamındaki filozof sözcüğünü ilk olarak o kullanmıştır. Pisagor tüm evrenin sayılar ve aralarındaki ilişkilere göre kurulduğuna inanıyordu.
Pisagorun müziğin içindeki matematiği bir demirci dükkanının önünden geçerken keşfettiği rivayet edilir. Demirci ustasının demir döverken kullandığı aletlere göre değişik sesler çıkarması Pisagorun ilgisini çekmiş, dükkanı kapattırarak ustaya çeşitli aletler kullandırmış, çıkan sesleri incelemiş ve kayıtlar almış. Batı müziği 9. yüzyılın başına kadar notalamadan habersizdi. Eserler kulak yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılıyor, bu arada değişime uğruyor, zamanla unutulabiliyordu. 9. yüzyılın ikinci yarısında ilk notalama sistemi ortaya çıktı. Arezzolu Guidonun Guid Arezzo notalama sisteminin seslerin yüksekliğini kesin olarak belirtmeye başlamasıyla büyük bir ilerleme kaydedildi. 11. yüzyılda notaların üzerine dizildiği beş çizgiden oluşan portenin kullanılmasıyla notaların yüksekliği do, re, mi,…. ve süresi birlik, ikilik, dörtlük,…. kesin biçimde belirlenebilir hale geldi. Aslında müziğin dört parametresi vardır
Yükseklik, süre, şiddet ve tını.
Bunlardan ilk ikisi zamanla genel kabul gören bir takım işaretler sayesinde kağıt üzerine dökülebilmiş, şiddet ve tını ise notanın yanında ek kelimelerle belirtilmişler ve kısmen de yoruma açık bırakılmışlardır.
Çeşitli sesleri belirtmek ve bunların birbirlerine karışmasını önlemek için sesleri temsil eden notalara özel isimler verildi. Do, re, mi, fa, sol, la, si. İngilizcede ve Almancada ise notalar harflerle gösterildi C do, D re, E mi, F fa, G sol, A la, B si ing. H si alm.
Nota isimlerinden do nun önceki ismi ut idi. sesli harfle başlayan bu isim, notaları sırayla söylerken tutukluk yaptırdığından 12. yüzyılda do olarak değiştirildi. Almanya ve bazı ülkelerde ut hala kullanılır.
Si hariç diğer notaların isim babası Gui d Arezzodur. Arezzo bu adları Aziz Iohannes Battista ilahesindeki mısraların birinci hecelerinden alarak takmıştır. Yedinci notanın adı uzun zaman B olarak kalmış, sonradan 13. yüzyılda Sanete Iohannes kelimelerinin baş harflerinden meydana gelen si adını almıştır. Notalamanın keşfi ve gelişimi müzik pratiğine olağanüstü bir gelişme ortamı yaratmıştır. Notalama, icracıyı ezberden kurtararak hem müzik parçalarının uzamasına hem de çeşitli dönemlere ve ülkelere ait notalanmış eserlerin katılmasıyla repertuarın zenginleşmesine ve çeşitlenmesine imkan vermiştir. Nota sayesinde bir müzisyen bilmediği bir müzik parçasını icra edebilmek için tek başına yeterli bir hale gelmiştir.

Dünyanın En Çok Söylenen Şarkısı Hangisidir?






Dünyada şimdiye kadar en çok söylenmiş, halen de söylenmekte olan şarkı hangisidir diye sorulsa hemen akla gelmeyebilir. Bu şarkı herkes tarafından çok tanıdık, müziği ezbere bilinen bir şarkıdır. İyi ki doğdun isim veya mutlu yıllar sana şeklinde söylenen doğum günü şarkısı. Bu şarkı yaratılırken doğum günlerinde söyleneceği kimsenin aklına gelmemişti. 1893de ABDde, Kentuckyde öğretmen iki kız kardeşin, öğrencilerinin sabahları söylemeleri için besteledikleri bu şarkının orijinal adı da Good Morning to All yani Herkese Günaydın idi.
Kardeşlerden şarkının müziğini yapan Mildred Hİll aynı zamanda kiliselerde org, konserlerde piyano çalıyordu. Şarkının sözlerini ise Mildredin dokuz yaş küçük kız kardeşi Patty yazmıştı. Mildred 1916da 57 yaşında öldükten birkaç yıl sonra bestelediği şarkı Happy Birthday Mutlu doğum günü adı altında söylenmeye başlanacaktı. Hill kardeşler şarkının telif haklarını 1893 yılında almışlardı.
Ancak Robert Coleman isimli biri, şarkının bestesini kullanarak sözlerini Happy birthday to you olarak değiştirdi. Şarkı zaman içinde o kadar yayıldı ki bestecileri bile unutuldu.
Ne zaman şarkı doğum günü formatında Broadwayde, bir müzikalde kullanılmaya başlandı, o güne kadar sesi çıkmayan üçüncü kardeş Jessica mahkemeye başvurdu. Bestenin gerçekten kendilerine ait olduğunu ispat etti ve şarkının tüm haklarına ailesinin sahip olmasını sağladı. Bundan böyle şarkının ticari amaçla kullanıldığı her yerde Hill ailesine telif hakkı ödenmesi gerekecekti. Bu haber tüm dünyayı şok etti. Telefonla yarım milyon insana doğum günlerinde melodiyi dinleten tanıtım ve pazarlama şirketleri bundan vazgeçtiler, müzikaller bu parçayı ya repertuarlarından çıkarttılar ya da şarkı şeklinde değil de düz okuma veya şiir şeklinde söylettiler. Onlar telif hakkı ödememek için yollar ararken Dr. Patty Hill, 78 yaşında, uzun bir hastalıktan sonra ama şarkısının dünya çapında bir doğum günü adeti olduğunu gördükten sonra öldü. Günümüzde bu şarkının telif hakkı Warner Chappel Müzik Şirketine geçmiştir. Ticari amaçla kullanıldığı her yerde şirkete ödeme yapma zorunluluğu vardır. Bu miktarın yılda l milyon dolara yakın olduğu tahmin edilmektedir. Doğum günü kutlayacakların bilgilerine sunulur.



AŞIRI TERLEMEYE "SİNİRSEL" ÇÖZÜM

El ve koltuk altlarındaki aşırı terleme sorunu için koltuk altından küçük kesilerle girilerek yapılan "ETS" tedavisiyle yüzde yüze yakın başarılı elde edilebildiği bildirildi.Medicana International Ankara Hastanesi Göğüs Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Erkan Dikmen, "Kamera ile göğüs boşluğuna girilerek yapılan bu operasyonda, el ve koltuk altı bölgesinde aşırı terlemeye yol açan sinirlere müdahale edilerek aşırı terleme tedavi edilebilir" dedi.
Dikmen, vücudun normal fonksiyonlarından birisi olan terlemenin temel işlevinin vücut sıcaklığının ayarlanması olduğunu belirterek, ancak, kişilerin efor sarf etmemesine, aşırı acı yiyecekler tüketmemesine ya da heyecanlanmamasına ve ortamın sıcak olmamasına rağmen terleme meydana gelmesi durumunda, "aşırı terleme"den (hiperhidroz) söz edilebileceğini söyledi.
Aşırı terlemenin en çok yüz, el ve koltuk altlarında görüldüğünü, aşırı ve normalden çok fazla terleyen kişilerin, iş ve sosyal yaşamlarında önemli kısıtlamalar ve problemler yaşadıklarını anlatan Dikmen, "Özellikle ellerden ve yüzden damlayan, ceketlerden ve ayakkabılardan taşan bir terleme varsa bu durum ciddi bir sosyal problem yaratabilir" diye konuştu.
Terlemenin aynı zamanda dış görünümü ve günlük yaşımı olumsuz etkilediğini, başkalarıyla ilişki kurmayı engellediğini, sosyal sıkıntılara neden olduğunu, iş, meslek ve kariyer seçiminde olumsuzlar yarattığını, yaşam kalitesini ve ruhsal sağlığı bozduğunu ifade eden Dikmen, aşırı terleme tedavisine yönelik şu bilgileri aktardı:
"El ve koltuk altında aşırı terleme (Aksillopalmar Hiperhidrozis) olgularının tedavisinde çeşitli kozmetik ürünler, iyontoforez ve botoks uygulamaları gibi çeşitli yöntemlere başvurulabiliyor. Ancak bu yöntemlerin hepsi geçici çözümlerdir. Bu uygulamaların yıllar boyunca defalarca tekrarlaması gerekir. El ve koltuk altı aşırı terleme olgularında kalıcı ve kesin çözüm ise kısaca ETS olarak adlandırılan 'Endoskopik Torakal Sempatektomi' operasyonudur. Bu operasyonun başarı oranı yüzde 98-99 arasındadır. ETS ameliyatları genel anestezi altında uygulanır. Diz artroskopisi veya laparoskopik safra kesesi ameliyatları gibi aynı şekilde kapalı yöntemle uygulanır. Hastanın koltuk altı bölgesinde açılan, biri 10, diğeri 5 milimetrelik iki minik kesi aracılığı ile yapılır. Operasyon süresi ortalama 20-30 dakikadır. Kamera ile göğüs boşluğuna girilerek yapılan bu operasyonda el ve koltuk altı bölgesinde aşırı terlemeye yol açan sinirlere müdahale edilerek aşırı terleme tedavi edilebilir."
Endoskopik Torakal Sempatektomi (ETS) ameliyatlarının sıklıkla "Klips" ile uygulandığını belirten Dikmen, "Klipsli ETS" denilen bu operasyonda, sempatik sinir zincirine kesme veya yakma yapılmadan sadece titanyum klips konularak aşırı terlemenin tedavi edilebildiğini bildirdi.
Doç. Dr. Erkan Dikmen, operasyonun hemen sonrasında hastanın el ve koltuk altı terlemesinin geçtiğini, hastanın 12 saatlik bir dinlenme sonrasında evine gönderildiğini, yan etki ve komplikasyon oranlarının da son derece düşük olduğunu sözlerine ekledi.


AA

GÖK BİLİMCİLERİ HEYECANLANDIRAN KEŞİF!



Gök bilimciler, dev bir kara deliğine sahip olduğu bilinen Markarian 739 galaksisinde şaşırtıcı bir keşif yaptı. ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) Chandra X-Ray Observatory uydusu tarafından gözlemlenen 425 milyon ışık yılı uzaklıktaki galaksideki kara deliğin, bir ikizinin olduğu anlaşıldı. Böylece, bir ikiz kara delik içeren galaksi sayısı da ikiye çıkmış oldu.Leo (Aslan) takımyıldızında yer alan ve NGC 3758 adıyla da bilinen Markarian 739 galaksisine yer alan ikiz kara delikler arasındaki mesafe 11 bin ışık yılı. Bu mesafe, Güneş Sistemi’yle Samanyolu Galaksisi’nin merkezi arasındaki mesafenin yaklaşık üçte biri (1 ışık yılı yaklaşık 10 trilyon kilometreye eşit).

Gök bilimciler, her iki kara deliğin dev bir yoğunluğuna sahip olduğunu, bunun Güneş benzeri yıldızların sahip olduğu yoğunluğun milyonlarca, hatta milyarlarca katına denk geldiğini belirttiler. Bazı yıldızlar, ömürlerini doldurduktan sonra yaşanan süpernova’nın ardından kara deliğe dönüşebiliyor. Bu tür kara delikler, genellikle Güneş’in 10 ile 20 katı yoğunluğa sahip oluyor.

Ölen yıldızlar, süpernova patlamasında uzaya çok büyük miktarda enerji saçıyor ve ortaya çıkan aydınlık dinene kadar galaksinin her köşesinden fark edilebiliyor.

NASA’nın Goddard Uzay Uçuşu Merkezi’nde görevli olan Michael Koss, “Samanyolu Galaksisi dahil, dev galaksilerin birçoğunun merkezinde Güneş’in milyonlarca katı yoğunlukta kara delikler yatıyor… Bu kara deliklerden bazıları, Güneş’in saçtığından milyarlarca kat daha fazla radyasyon ortaya çıkarıyor” dedi.

İKİZ KARA DELİKLERİN SIRRI
Markarian 739 Galaksisi’nde yaptıkları keşfin şaşkınlığını yaşayan gök bilimciler, ikiz kara deliklerin altında yatan sırrın “galaksilerin çarpışması” olabileceğini belirtti.

Maryland Üniversitesi’nden Richard Mushotzky, “Eğer her biri dev kara delik içeren iki galaksi çarpışırsa, bu kara deliklerin ‘aktif galaktik çekirdeğe’ (AGN) dönüşmesi ihtimali var” dedi. AGN, galaksilerin merkezinde yatan ancak uzaya radyasyon saçmayan kara deliklere deniyor.

NASIL KEŞFEDİLDİ
Markarian 739 Galaksisi’ndeki ikinci kara delik, NASA’nın Swift uydusunun Burst Alert Teleskopu tarafından keşfedildi. Bu teleskop, uzayda yoğun X-ray ışınları yayan kaynakların haritasını çıkararak AGN tespit etme görevini yürütüyor. Swift tarafından tespit edilen AGN’ler, Chandra X-Ray Observatory uydusu tarafından takibe alınıyor.

Araştırmacılar, yeni keşfedilen kara deliğinin mor ötesi ışınlarda görülmemesinden dolayı bugüne kadar tespit edilemediğini ifade etti.


Tespit edilen ilk ikiz kara delikler, Dünya’dan 330 milyon ışık yılı uzaklıktaki NGC 6240 Galaksisi’nde yer alıyor.

HÜRRİYET

AIDS'E TÜRK UMUDU

Çalışmalarını ABD'de yürüten Türk bilim insanlarından kronik Hepatit-C ve AIDS'e karşı iki yeni ilaç geliştirildiği müjdesi geldi.ABD'nin Pensilvanya eyaletindeki Merck Araştırma Laboratuvarında görevli Dr. Ercem Atillasoy ve Dr. Dalya Güriş, kronik Hepatit-C'ye yönelik ilacın dirençli hastalarda bile tam tedavi sağladığını, HIV ilacının ise AIDS'i kronik bir hastalığa dönüştürerek hastaların yaşam süresini 20-25 yıl artırabildiğini bildirdiler.
Merck Araştırma Laboratuvarı'nda Global Ruhsatlandırma İşlerinden Sorumlu Yetkili Müdür ve Aşılardan Sorumlu Tedavi Alanı Lideri olarak görev yapan Dr. Ercem Atillasoy, ABD'de FDA'dan ruhsat alan, Avrupa'da ise yakında ruhsatlandırılması beklenen kronik Hepatit C'ye karşı geliştirilen ilaçla ilgili bilgiler verdi.
Şimdiye kadarki Hepatit-C ilaçlarının enjekte edilen nitelikte olduğunu, bu ilacın ise ağızdan alındığını belirten Atillasoy, şu bilgileri aktardı:
''Tedavide bugüne kadar daha çok antiviral ilaçlar veriliyordu, yani Hepatit-C'ye yönelik spesifik ilaçlar yoktu. Bu ilaç ise doğrudan bu hastalığı ortadan kaldırmaya yönelik. Yeni ilaçla artık tedavide etkinlik artacak, süreç ise kısalacak. Tam bir tedaviden söz etmek mümkün. Hepatit-C'ye karşı tıpkı kanserdeki gibi kombine tedavi ön plana çıkıyor. Bu ilaç için de aynı şeyi söylemek mümkün. Yeni ilaç, kronik Hepatit-C'ye yönelik bugüne kadar kullanılan tedavilere eklenerek başarıyı 2-3 kat artırıyor. Diğer ilaçlar üzerinde de çalışmalar sürüyor. Belki yakında tüm ilaçların ağızdan alınması mümkün olacak.''
İlacın onaylanmasının, tıpta uluslararası alanda son 10 yıl içinde kronik Hepatit-C tedavisindeki en büyük gelişme olduğuna işaret eden Atillasoy, şunları söyledi:
''Mevcut standart tedavilerle karşılaştırıldığında, bu ilaç bir hastanın tespit edilemeyen virüs seviyeleri elde etme şansını büyük oranda artırıyor. Yan etkisi oldukça düşük bu yeni nesil ilaç, birçok hasta için toplam tedavi süresini de kısaltıyor. Amerikan İlaç ve Gıda Kurumu (FDA) uzmanları, ilaçla Hepatit-C tedavisinde yeni bir dönemin başladığını ifade ettiler.''

HIV KRONİK BİR HASTALIK OLACAK
Dr. Ercem Atillasoy, laboratuvarda, AIDS'e neden olan HIV'e karşı geliştirilen ilaçla da hastalığın artık ölümcül olmaktan çıkarılıp kronik hale getirildiğini söyledi.
Tam bir tedavi sağlamayan bu ilacın ömür boyu kullanılmasının zorunlu olduğunu ifade eden Atillasoy, ''Hastaların yaşam süresini 20-25 yıl uzatan bir tedavi söz konusu. AIDS önceden hastalar için bir ölüm cezası gibiydi, oysa artık uzun bir yaşam söz konusu olabilecek. İlaç ayrıca iyi tolere edilebiliyor'' dedi.
Diğer ilaçlarla da kombine edilen bu yeni ilacın günde iki kez alınmasının yeterli olduğunu belirten Atillasoy, ''Bu tedaviyle HIV'in kontrol altına alınabildiği hasta oranı yükseldi'' diye konuştu.

AA

Dünya'nın En Kısa Süren Savaşı

Bu sefer biraz geçmişe dönelim. Mesela 1896 senesine_ İngiltere ve Zanzibar arasında yaşanan bir savaş var bu tarihte.
Zanzibar ile İngiltere arasında yaşanan 1986 senesindeki savaş, dünyanın en kısa süren savaşıdır. Bu savaşta İngiliz bataryaları daha Zanzibar'a yaklaşır yaklaşmaz, ülke teslim olmuştur. Yani 38 dakika sürmüştür savaş. Hiçbir insanın ölmediği ve bu kadar kısa süren savaşlar pek alışılmadık tabii.

Neden Kedi ile Köpek Anlaşamaz?

Hayvanlar kendi aralarında beden diliyle konuşurlar. İşte bu yüzden kulak, kuyruk, göz, dudak ve dilleri ile çeşitli mimikler yaparlar ve bu mimiklerin bir anlamı vardır. Kedi ve köpek arasındaki bu geçimsizliğin kökeninde karşılıklı olarak bu mimiklerin yanlış anlaşılması asıl nedeni oluşturmaktadır. Ayrıca köpeğin doğasından gelen avcılıkta bu geçimsizliğin nedeni olarak sayılır.
Doğada yaşayan hayvanlar tehlike oluşturabilecek herhangi bir durumda korkarlar ve savunma içgüdüsü ile saldırganlaşırlar. Kedi köpek karşılaşmasında da durum pek farklı değildir. Farklı iki türün birbirlerinin farklı mimiklerini yanlış algılamaları doğaları gereği saldırı ve savuma içgüdüsü doğuracağından sonunda amansız bir kavga başlar.
Kedi ve köpeğin koşuşturması nasıl başlar:) Örneğin; köpeğin hızlı adımlarla kediye yaklaşması kedi için saldırı olarak algılanabileceği gibi köpeğin sevinçle kuyruğunu sallamasıda kovalamacanın başlamasına neden olabilir.
Beden dili olarak tanımlanan bu mimiklerin karşılıklı öğrenilmesi durumunda kedi ve köpek arasında güzel dostluklar kurulabilir. Bu amaçla, yavru yaşlarda bir arada yaşamaya başlayan kedi ve köpeğin birbirlerinin tavır ve davranışlarını tanıması daha kolay olacaktır.

Hitler'in Gizli Korkusu

Dünyanın en kanlı diktatörü, milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş biri olarak tanınır Adolf Hitler. Kendini korkusuz bir yönetici olarak tanıtmasına rağmen kapalı kapılar ardında Nazi liderinin bilinmeyen bir yönü vardı: Dişçiden korkuyordu. Özel dişçisi Johannes Blaschke, Hitle'in bir keresinde basit bir kanal tedavisini sekiz güne yaymak için ısrar ettiğini, çünkü acıya dayanamadığını söyledi. Aynı zamanda Hitler'in kötü bir nefes kokusu, apseleri ve diş eti hastalığı olduğu da ifade edildi. 'Şeytanın Dişçisi' isimli Menevse Deprem-Hennen'in kitabı, 20 sene boyunca Führer'in dişleriyle ilgilenen Blaschke'nin günlerini anlatıyor. Kitapta daha pek çok belgeler ve Alman diktatörle ilgili bilgiler var.

Bir Hafta Neden 7 Gündür?


Birinci görüs:
Bu görüşe göre haftanın 7 gün oluşu konusunda kesin bilgilere sahip değiliz. Ama büyük bir ihtimalle güneşin doğuşu ve batışı, ayın geçirdiği devreler ve kadınların adet görmelerindeki safhalar, haftanın 7 gün olarak belirlenmesinde rol oynayan mistk etkenlerdir. Annenin tanrıça olarak sevilip hürmet görmesini, hayatın sembolü olan doğurganlığını, babil ve asurların tanrıçası İştar da ve Mitolojinin diğer tanrıçaları Astrate, Demeter, Isıs ve diğerlerinde görmekteyiz.

En eski bilgilere göre bile kadınların adet devreleri (Menstruationszyklus) ortalama olarak 29,5 gün olarak belirlenmektedir. Bir adet devresi dört bölüme ayrılır. Ve her bölümün kadının organizmasında yol açtığı kendine özgü belirli değişiklikler vardır. Bugünkü tıbbın verilerine göre Menstruum, Postmenstruum, Intervall ve Praemenstruum(türkçelerini bilmediğim için latince terimleri olduğu gibi alıyorum) diye adlandırılan bu bölümler yedişer gün sürmektedir.

Bu düşünceden yola çıkarak Babillilerin haftayı yedi gün olarak belirledikleri ve babillerin kutsal sayısı 7 nin sonraları Yahudiler, Yunanlılar ve Romalılar tarafından benimsendiği öne sürülmektedir.

Babillerde sene ilkbaharla başlıyor ve 12 veya 13 ay sürüyordu. Bir ayın başlangıcı olarak dolunay ın göründüğü ilk gün alınıyordu. Eski Mısır takvimi de bir seneyi 365 gün ve 12 ay olarak belirliyordu. Bir günün 12 eşit saate bölünmesini, dakikaları ve saniyeleride Sümerlere borçluyuz araştırmalara göre. Senelerin, ayların ve günlerin hesaplanması eski kültürlerde rahiplerin tekelindeki bir uğraşı idi bunun neticesi olarakta rahiplerin günlük yaşamda insanlar ve devletler üzerinde büyük etkileri vardı. İşin ilginç yanı birbirinden bağımsız olarak yürütülen takvim konusundaki belirlemelerde sistemler arasında büyük benzerliklerin bulunması. Bu benzerliklere rağmen bazılarının takvimi aya göre diğerlerinin güneşe göre hesaplamaları büyük karışıklıklara yol açıyordu.

Ikinci Görüs:
Romalıların haftası sekiz gündü. Her sekiz günde bir bütün işler durur ve Pazar kurulurdu. Köylüler bu Pazar günlerinde şehre gelir ve mallarını satarlardı. Belirli günlerin kendine has belirli özellikleri vardı. Pazarın kurulduğu gün belirli yerlere yeni yönetmelikler ve şehir idaresi konusunda ilanlar taş levhalara yazılırdı. Ay başlarında borçların ödenmesi gerekirdi ve faiz işlemeye başlardı.

Belirli yıldızların ve yıldz takımlarının belirli zamanlarda görünmeleri ve bunlar belirli bir konstellsayona(birbirlerine karşı olan pozisyon ve durumları) geldiklerinde görülen kuraklık, yağmur, sıcaklık ve soğukluk gibi hava değişiklikleri insanları yıldızların dünya üzerindeki etkilerini araştırmaya yöneltti. Astrologların ve yıldız falcılarının saati.

Yıldızlara atfedilen bu etki sonunda, milattan sonra ikinci yüzyıldan itibaren gezegenlere bağlı olarak 7 günlük hafta nın doğuşu başlıyor. Buna göre Hafta güneş günü
(dies Solis - Sun – Sonne= Sunday- Sonntag) ile başlıyor, arkasından ay günü
( Luna- moon – mond= monday – montag) arkasından Mars, Merkür, Jüpiter, Venüs ve Satürn geliyor. Romalıların gezegenlere dayanarak yaptıkları isimlendirme sonradan hıristiyanlar tarafından da benimsenmiş. Almanlar bu gezegenler için onların karşılığı olan Cermen tanrılarının isimlerini kullanıyor.
 

Dünyanın Piri Reis Şaşkınlığı

Rus uzmanlar 500 yıl önce Osmanlı amirali Piri Reis'in çizidiği dünya haritasının uydudan çekilen dünya fotoğrafları kadar eksiksiz ve mükemmel olduğu söylediler. Komsomolskaya Pravda gazetesi Piri Reis'e geniş yer ayırarak haritaya göre 10 bin yıl önce Antartika'da yaşamın olduğunu yazdılar. Şili kıyıları, Ant Dağları ile Afrika'nın Piri Reis'in haritayı çizdiği döneme kadar eşi görülmemiş bir biçimde ayrıntılı olarak çizildiğini belirterek; "Türk amiralin haritasında, keşfinden 300 yıl önce Antarktika ile ancak 1958"de bulunan takımadalar da var." diyerek açıklama yaptılar.
Trigonometri Bilmecesi
Sergey Manukov isimli Rus tarihçi 1513 yılında Piri Reis'in çizdiği haritanın benzerinin hazırlanası için dünyanın uydudan çekilmiş fotoğraflarının gerekliği söyledi. Ayrıca Rus uzman haritanın uydu fotoğrafına benzediğini, sanki bir uydu aracının bölge üzerinde dolaşarak çizim yaptığını söyledi. Özellikle güney yarım kürenin oldukça ayrıntılı olduğunuda sözlerine ekledi.
Manukov, Piri Reis'in haritası gibi bir harita çizimi için trigonometri bilmek gerektiği ifade etti. Fakat trigonometrinin 18. yüzyıl itibari ile kullanılmaya başlandığıdan Piri Reis'in böyle bir harita çizebilmesinin oldukça şaşırtıcı bir durum olduğunu dile getirdi. "Piri Reis'in ölümü üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala adından söz ediliyor ve yüzyıllar geçmesine rağmen hala harita çizimlerindeki hataların düzeltilmesi için Piri Reis'in haritalarına bakılıyor." dedi.
İngiltere'de Piri Reis Modası
Londra Moda Haftası'nda 2007 yaz koleksiyonunu tanıtan Arzu Kaprol tasarladığuı giysilerin ana konseptinde Piri Reis'in dünya haritasını kullandı. Piri Reis'in haritasının mükemmeliğini ifade eden Kaprol, "Buna hayranlık duymamak elde değil. Ben de koleksiyonumda Osmanlı denizciliğinden esin aldım" dedi ve defilenin yapıldığı Natural History Museum'da Osmanlı ve Türk kültürü rüzgarları estirdi.

Bilgi hazinesine hoş geldiniz

Hiç Bir Bilgi Gereksiz Değildir

Blogger tarafından desteklenmektedir.

İzleyiciler

Katkıda bulunanlar

Bu Blogda Ara

 
Support : Creating Website | Johny Template | Mas Template
Copyright © 2011. Hiç Bir Bilgi Gereksiz Değildir - All Rights Reserved
Template Created by Creating Website Published by Mas Template
Proudly powered by Blogger Template